31 Aralık 2010

Bebek Kokuludur Başlangıçlar


Soluk soluğa koşuyor hep günler

Tatlı ümitler vadeden

Doğan seneye doğru…



* * *

Doğuyor güneşin bebeği

Şahlanıyor yeni yılın ışınları!

Yarın kucağımızda olacak

Saf, taze ve parlak umutlar var!

27 Aralık 2010

Kahkahalı Şiir

Bu koca İstanbul

Kahkahalar fırlattı art arda

Titredi tüm ses telleri boğazın

Kaçıştı ilhamlarım…


Ah benim şair başım

Anladım bolca esprilerin, gülücüklerin

Neden uzak durduğunu senden:


Sade ortalık ıssızken

Kalkıyor düşler şaha…

24 Aralık 2010

Kahraman Kadın Olmak... Bölüm 4 - Dağcılık

JUNKO TABEI
Junko Tabei (23 Mayıs 1939 - ), Japonya’da doğmuştur. Dünyanın en yüksek doruğu olan Himalaya Dağlarında Everest Tepesi’ne (8848 metre) ulaşan ilk kadın dağcıdır.

İlk dağ tırmanışını, henüz 10 yaşında iken öğretmeni ile yapmıştır. Bu deneyim tüm hayatını değiştirir. Showa Kadın Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Dağcılık Kulubüne katılır. 1969 yılında Japonya’da Kadın Dağcılık Klubünü kurar. Fuji Dağının zirvesi (3776 metre) gibi Japonya’nın en yüksek doruklarına eşi ile birlikte tırmanmıştır.

Junko, Avrupa’da Alp Dağlarının zorluğu ile en çok tanınmış zirvelerinden biri olan, İsviçre ile İtalya sınırında yer alan Matterhorn Dağına da tırmanmıştır. Cervino – Le Cervin – Mont Cervin isimleriyle de bilinen bu dik dağ 4478 metre yüksekliğindedir. Junko Tabei, 1972 senesinde Japonya’da en çok tanınan dağcıdır.

Japonya’da (Yomiuri gazetesi ile Nihon Televizyon tarafından) düzenlenen bir yarışmada, Everest Tepesi’ne yollanmak üzere bir kadın dağcı grubu seçilmek istenir. Bin kişiden fazla kadının katıldığı elemelerden, içinde Junko’nun da olduğu 15 kadın seçilir. Yoğun ve güç bir eğitimin ardından 1975 senesinin başlarında, Eliko Hisano liderliğindeki takım yola çıkar. Mayıs ayında Everest’e tırmanırken 6300 metrede kamp kurarlar, ancak aniden bir çığ kamplarına düşer. Çığ nedeniyle, birçok kadın kar altında kalır. Junko Tabei, rehberi Sherpa onu uyandırana kadar toplam 6 dakika kadar bilincini kaybeder. Kendine geldiğinde bu yaşanan sarsıntıya rağmen tırmanışa devam eder ve rehberi Sherpa Ang Tsering ile birlikte, 16 Mayıs 1975 tarihinde zirveye ulaşır. Böylece, Everest’in zirvesine insan ayağı değdikten 22 yıl sonra, bu defa kadın ayağı değmiş olur.

1976 senesinde, Junko Tabei, Yedi Kıtanın En Yüksek Zirvelerini (Seven Summits – Yedi Tepeler) tamamlayan ilk kadın dağcı olmuştur. Bu zirveler Asya – Nepal’de Himalaya Sıradağları üzerinde Everest Zirvesi (8848 metre); Güney Amerika – Arjantin’de Andlar Sıradağları üzerinde Aconcagua Zirvesi (6962 metre); Kuzey Amerika – Alaska’da McKinley Zirvesi (6194 metre); Afrika – Tanzanya’da Klimanjaro Zirvesi (5895 metre); Avrupa – Rusya’da Kafkas Sıradağları üzerinde Elbrus Zirvesi (5642 metre); Antartika’da Sentinel Bölgesinde Vinson Zirvesi (4892 metre); Avustralya ve Okyanusya – Endonezya’da Sudirman Bölgesinde Puncak Jaya (Carstensz Piramidi) Zirvesidir (4884 metre).



WANDA RUTKIEWICZ

Wanda Rutkiewicz (4 Şubat 1943 – 12 Mayıs 1992), Polonya’da doğmuştur. Dünyanın en iyi kadın dağcıları arasındadır. Wanda, Polonyalı ilk kadın dağcıdır ve uzun yıllar Polonyalı tek kadın dağcı olmuştur. Wanda Rutkiewicz, Dünyanın en yüksek ikinci zirvesi olan, Karakurum dağları üzerinde bulunan K2 (Chogori) zirvesine (8611 metre) tırmanmayı ve oradan dönmeyi başaran ilk kadındır.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği’nin Polonya’nın doğu tarafını istilası nedeniyle ailesi Polonyanın batısına, Wroclaw’a taşınmıştır. Wanda, Wroclaw Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği bölümünden mezun olmuştur.

Rutkiewicz, 16 Ekim 1978 tarihinde Dünyanın en yüksek zirvesine - Everest Tepesine ulaşmıştır. Everest zirvesine ulaşan üçüncü kadın dağcı olmakla beraber, zirveye ulaşan ilk Avrupalı kadın dağcıdır.

1986 senesinde Dünya’da en yüksek ikinci zirve olan K2’ye ulaşan ilk kadın olmayı başarmıştır. Karakurum dağları üzerindeki K2 zirvesi, aşırı dikliği ve yoğun buzulu nedeniyle dağcılar için en zor tırmanılan dağdır. Son otuz yıl içinde, 100’den fazla kadın dağcı Everest’e tırmanmıştır, ancak bugüne kadar sadece 5 kadın K2 zirvesine ulaşmayı başarmıştır. Wanda Rutkiewicz K2 zirvesine ulaşan ve başarıyla zirveden dönen ilk kadın olmuştur. Farklı zamanlarda K2 zirvesine ulaşmayı başaran diğer 4 kadın dağcının herbiri, dağdan iniş sırasında yaşamını yitirmiştir.

Wanda, Kangchenjunga dağına tırmanışı sırasında, 1992 senesinde dünyadan ayrılmıştır.


GINETTE HARRISON

Ginette Harrison (28 Şubat 1958 – 24 Ekim 1999), İngiliz profesyonel dağcıdır. Dünyanın en yüksek zirvelerinden üçüncüsü olan Himalayaların zirvesi – Kangchenjunga’ya (8598 metre-Hindistan'da kutsal bilinen bir zirvedir) ulaşan ilk kadın dağcıdır.

Ginette’in dağcılık sevgisi küçük yaşta başlar ve 15 yaşına geldiğinde keskin kaya tırmanışları ile ünlüdür. Bristol Üniversitesi’ne gittiğinde dağcılık ile ilgilenmeye devam eder. Bu Üniversiteside tıp öğrenimini tamamladıktan sonra, “Yüksek Dağlarda İnsan Sağlığı” konusunda uzmanlaşır. 25 yaşında iken, Kuzey Amerika’nın en yüksek dağı olan Denali Milli Parkı’ndaki McKinley’ye (6193 metre) tırmanır. Bu tırmanış, Ginette’in dünyanın en yüksek tepelerine tırmanış serisinin ilki olmuştur. Diğer tırmandığı zirveler arasında 7 Ekim 1993 tarihinde ulaştığı Everest vardır. Böylece Everest tepesine ulaşan ikinci İngiliz kadın dağcı olmuştur.

Ginette’in en ünlü tırmanışı, 18 Mayıs 1998 yılında Dünyanın en yüksek 3 doruğundan birine sahip Kangchenjunga’ya tırmanışıdır. Böylece Ginette, Kangchenjunga dağının doruğuna ulaşan ilk kadın dağcı olmuştur. Tırmanış için, dikey buzul yollar içeren, kıvrımlı en zor yollardan biri olan ve potansiyel tehlikeler taşıyan Çek Yolunu (Czech Route) seçmiştir.
1999 senesinde Dhaulagiri dağına tırmanırken oluşan bir çığda hayatını kaybetmiştir.

23 Aralık 2010

Kahraman Kadın Olmak... Bölüm 4 - Kadın ve Spor - Yüzme

GERTRUDE EDERLE

Gertrude Caroline Ederle (23 Ekim 1905 – 30 Kasım 2003), Amerikalı başarılı yüzücüdür. İngiliz Kanalı’nı (La Manche) yüzerek geçen ilk kadındır.

Gertrude 13 yaşına gelince, birçok erkek şampiyonun yetiştirildiği Erkek Yüzücüler Birliği’nde eğitim almaya başlar. 1924 Yaz Olimpiyatlarında altın ve bronz madalyalar kazanır. 1926’da İngiliz Kanalını yüzerek rekor gerçekleştirir.






ALISON STREETER
 
Alison Streeter (1964- ), yüzme sporunda birçok İngiltere ve Dünya Rekoru kırmıştır. İngiliz Alison yüzmeye, astım hastalığından kurtulabilmek için başlamıştır.

İngiliz Boğazını (La Manche) hayatı boyunca toplam 43 defa yüzerek geçmiş ve bunu başarmış ilk yüzücüdür. Bu boğaz şimdiye kadar, en fazla 33 defa bir erkek yüzücü tarafından geçilmiştir.

Bir sene içinde 7 farklı boğazı yüzerek geçen Alison, 1988’de girdiği yarışmalar sonucu Fransa’dan İngiltere’ye En Hızlı Yüzen (8 saat 48 dakika) Kadın Yüzücü ünvanını almıştır. Fransa’dan İngiltere’ye aynı yüzme parkurunda 3 tur atmıştır: İngiltere’den başladığı turda Fransa’ya ulaşınca yeniden İngilteye gidip Fransaya geri dönmüştür. İki tur atan ilk kadın olmakla beraber, 3 tur atan tek kadın ünvanını korumaktadır. Bununla beraber, 34 saat 40 dakika boyunca hiç durmadan yüzen, ilk ve tek kadın yüzücüdür. Alison dışında bunu sadece 2 erkek yüzücü başarmıştır. Bering Boğazı, Siberia Gölü, Küba - Florida, Kanada Boğazı, Catalina Boğazı yüzerek geçtiği örnek bazı yerlerdendir.

18 Aralık 2010

Örtme Bilincimizi Anne


Anne ben yeni doğdum

İlk saçlarına dokundum

Kokusu beni sardı

Bu ‘annem’ dedim!


Anne örtme saçını

Bilincini kapama anne

Bak ben senin kızınım

Özgürlüğü teslim etme!


Denizin kokusuyla doğdum

Saçlarımı okşadı rüzgar

Annem bir öpücük verdi

Özgürlüğe doğdum ben!


Tenime dokundu yaprak

Dudaklarım kıpırdadı

Annem bir öpücük verdi

Özgürlüğe doğdum ben!


Saçlarını örtme anne

Bilincimizi kapama

Bak ben senin kızınım

Özgürlüğü teslim etme!


Kolay olmuyor doğmak

Ne de özgür yaşamak…

Bir de örtülürse ışığı

Dünya nasıl parıldayacak…

17 Aralık 2010

Kahraman Kadın Olmak... Bölüm 1 - Kadın Hakları

Sevgili Atatürk sayesinde kadın hakları, biz Türk kadınlarına neredeyse hazır sunulmuş.

Avrupa'da ve Amerika'da olduğu gibi bu haklarımızı kendi dişimiz tırnağımızla, kendi çabamızla edinseydik, kıymeti daha mı büyük olurdu acaba ve bu hakkı koruyup yaşamak da daha mı değerli olurdu...


Bu dizide kendi ülkemizden de, başka ülkelerden de benzer konularda güçlükler yaşayıp bunları aşmaya çabalamış tüm kadınlara saygıyla sevgi göndermek istedim.

Herbir kahraman kadının o müthiş enerjisinin bu çağda herbirimize dokunmasını diliyorum. Sonuçta ailelerin, toplumların ve nihayet Dünyanın kültürünün en temel yapıtaşlarından sorumlu olan annelerin ve tüm kadınların bu dokunuşlara ve şans dileklerine ihtiyacı var, biliyorum...


CLARA ZETKIN
Fransız şair Louis Aragon, “Basel Çanları” romanında Clara Zetkin'in toplum karşısına çıkışını bu cümlelerle anlatır:

“Konuşuyor… Tek başına bir kadın gibi değil, büyük bir Gerçeği bulmuş bir kadın olarak konuşuyor... Tüm kadınların yüreginde olanları ifade etmek için ve kendini başkaları için feda eden bir kadın olarak konuşuyor. Düşünceleri baskı altında tutulan kadın sınıfının ortasında, baskıya rağmen bilinci gelişmiş ve üstün bir kadın olarak konuşuyor. Binlerce ve milyonlarca kadın onunla aynı şeyi söyledikleri için, Clara ne söylüyorsa doğru. O yarınların kadını ya da ifade etme yürekliliğini gösterirsek: O bu çağın kadını.".


Clara Zetkin (5 Temmuz 1857 – 20 Haziran 1933), 8 MART - DÜNYA KADINLAR GÜNÜ’nü öneren ve bunun kabul edilmesini sağlayan Alman kadındır.

Clara Zetkin, yaşamı boyunca tüm insanlığın özgürlüğü için kadının özgürlüğünün gerekli olduğunu düşünmüş ve bu idea uğruna kadın haklarını savunmuştur. Anne, ev kadını ve çocuklar için pedagojik çalışmalar yapmış ve bu konuda “Eşitlik” isimli dergiyi yayımlamaya başlamıştır. Bu projelerinde hedefi, kendi deyimiyle “Gerçek insanlığın temel ilkeleri”ni anne ve babalara öğretmektir.

1907’de Uluslararası Sosyalist Kadınlar İlk Toplantısında, bu çalışmalarından dolayı, uluslararası sekreterliğe Clara seçilir ve yayımladığı “Eşitlik” dergisi uluslararası yayın organı olarak belirlenir. Özellikle “Eşitlik” dergisi aracılığıyla, yaklaşan birinci dünya savaşını durdurmak için birçok yazılar yazmış, savaşı önlemek için toplumu bilinçlendirici eylemlerde bulunmuştur. Bu dönemlerde New York’ta onbinlerce kadın, günde 12 saatlik çalışma saatlerine, düşük ücrete karşı, kadının oy hakkı için ve çalışan kadının doğum izni için yürüyüşler yapmaktadır.

1910’da Clara Zetkin, Kopenhag’da Uluslararası Sosyalist Kadınlar ikinci toplantısında 8 Mart gününü Kadın Hakları ve Dünya Barışı Günü olarak önerdi ve bu öneri kabul edildi.

Bu gün seçilirken,  8 Mart 1857'de New York'ta bir tekstil fabrikasında işçi hakları için yapılan ve trajedi ile sonuçlanan tarihten etkilenilmiştir. İlk 1910'da Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında kabul gören 8 Mart Kadın Hakları ve Dünya Barışı Günü, 1977'de ise Birleşmiş Milletler tarafından da kabul edilmiştir. Türkiye'de ilk defa 1921 yılında kutlanmaya başlamıştır.

19 Mart 1911’de ilk kez Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de kutlanan Dünya Kadınlar Günü’nde erkekler ve kadınlar birlikte kutlamalar yaptı. Bu kutlamalarda kadınların oy verme, seçme ve seçilme, meslek edinme, mesleki eğitim görme hakları istendi. Kullandıkları slogan ise “Ekmek ve Gül” idi. Ekmek yaşama güvencesini, karın tokluğunu ve gül ise sevgi, hoşgörü ve anlayış içeren yaşamı simgeliyordu.

Rusya, Avusturya, Macaristan, Almanya, Hollanda, ABD, İsviçre ve başka ülkeler, 1914 yılından itibaren Dünya Kadınlar Günü’nü 8 Mart gününde kutlamaya karar vermişlerdir.

Clara ölümünden bir yıl önce, 75 yaşındayken hala Berlin’deki Alman parlamentosunun kürsüsünden savaşa karşı hararetli bir konuşma yapmıştır.

1948 yılında Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği “İnsan Hakları Genel Deklarasyonu”na göre kadınların Ekonomik, Sosyal, Politik ve tüm diğer insani haklarının erkeklerle eşit olduğunu ortaya koymuştur. Bu Deklarasyon’un özellikle ilk iki maddesini sadece kadınların değil tüm insanlığın bilmesi gerekir.

Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

Madde 2- Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı yurttaş olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslar arası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.




CLARA BRETT MARTIN

Clara Brett Martin (25 Ocak 1874 – 30 Ekim 1923), Kanada’nın Toronto şehrinde doğmuştur. Kanada’da ilk kadın avukat olmayı başararak, birçok ülkede de kadınlara bu yolu açmıştır.
1891 yılıında Kanada Hukuk Topluluğuna, kendisini hukuk öğrencisi adayı olarak kabul etmelerini ve sınavlara alınmasını rica etti. Hukuk cemiyetinde bu konu uzun tartışmalara yol açtı, ancak yine de, pratik hukuk eğitimine sadece erkeklerin uygun olduğu gerekçesi ile Clara’nın ricası kabul edilmedi.
Clara amacından vazgeçmeden kadınlara bu yolu açmak için doğrudan devletle görüşmeye başladı. Sonunda Hukuk Topluluğu’na, kadın veya erkek fark etmeden tüm insanların alınabileceğine dair anayasada kanun çıkarılmasını sağladı. Böylece Clara aslında diğer birçok dalda da kadınların eğitim alması için yolu açmış oldu.



SÜREYYA AĞAOĞLU
Süreyya Ağaoğlu (1903 – 29 Aralık 1989), Azerbeycan’da doğmuş bir Türktür. Türkiye’nin ilk kadın avukatıdır, kadın hakları savunucularındandır ve yazardır.

Lise yıllarında sınıfta cumhuriyet rejiminden söz ettiğinde, arkadaşlarının kendisi ile alay ettiği Süreyya Ağaoğlu, avukat olmayı hedeflemiştir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydını yaptırmak istediğinde ise engellerle karşılaşır. Süreyya Hanım, dönemin kadınlarının henüz çarşafla dolaştığı bir zamanda, başını bile kapatmadan Üniversite ile görüşmeye gitmiştir. Yetkililere, Hukuk Fakültesine girmek istediğini söylediğinde, odanın içinde gülüşmeler olur ve isteği reddedilir. Ancak Süreyya Ağaoğlu direnir ve kendisi gibi avukat olmak isteyen 3 bayan arkadaşını daha götürünce, Üniversite bayan öğrencileri de Fakülteye alma kararı alır. O zamanlar, Üniversitede erkek ve bayan öğrencilerin bir arada eğitim görmesi yasaktır. Bu nedenle aynı fakültede "bayan bölümü" sıfatlı özel sınıf açılır ve bu durum öğrenim açısından zaman zaman zor durumlara sebep olur. Sonunda İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olmayı başaran Süreyya Ağaoğlu, avukatlığının yanı sıra sıkı bir kadın hakları savunucusu olur ve bu konudaki cesur çalışmaları ile tanınır.

1949 yılında Milletlerarası Barolar Birliği Yönetim Kurulu İdari Heyeti'ne seçilir.

Süreyya Ağaoğlu’nun yaşamı, kadın haklarının ve özgürlüğünün önemini anlatmak ve avukat olarak kadını savunmak ile geçecektir. 29 Aralık 1989'da İstanbul’da katıldığı “Kadın Hakları ve Çağdaşlaşma” konulu panelden ayrılırken düşen Ağaoğlu, beyin kanaması geçirir. Onun adına 1989 yılında para da basılmıştır.

Ağaoğlu ayrıca Hür Fikirleri Yayma Derneği, Türk-Amerikan Üniversiteler Derneği ve Süreyya Ağaoğlu Çocuk Dostları Derneği'nin de kurucusudur. Süreyya Ağaoğlu’nun “Londra’da Gördüklerim” ve “Bir Hayat Şöyle Geçti” adlı kitaplarıyla, çeşitli hukuki makaleleri bulunuyor.

Kahraman Kadın Olmak... Bölüm 2

MARGARET SANGER


Margaret Sanger (14 Eylül 1879 – 6 Eylül 1966), Amerikalıdır ve kadınların doğum kontrol hakkını kazanmasını sağlayan öncüdür. Ayrıca kadına gösterilen baskıları yok etmeye çalışan bir avukattır; Dünya’nın ilk doğum kontrol kliniğini 90 yıl önce ABD’de açan kişidir; Amerikan Doğum Kontrol Birliğinin (bugünkü adı ile Aile Planlama) kurucusudur.

Sanger ve 2 hemşiresi tarafından, 16 Ekim 1916’da New York’un Brooklyn bölgesinde açılan klinik, özellikle çalışan kesimden yüzlerce kadının akınına uğramıştır.

Sanger, doğum kontrolünün yasal hale gelmesini sağlayarak, kadınların özgürlüğü yolunda ilk adımı atan kişi olarak değerlendirilmektedir. Sanger’in kliniği, o günlerin göçmen akını altındaki New York’da özellikle kadınların beklediği bir hizmettir. Ama birkaç hafta sonra polis baskınına uğrayan klinik kapatılır ve Sanger tutuklanır. Bunun üzerine kadınlar New York sokaklarını doldurur ve kliniğin kapatılmasını protesto eder. Sanger 30 günlük bir süre sonunda serbest bırakılır ve kliniğini hemen yeniden açar. Birkaç yıl sonra da “The Birth Control Review” – “Doğum Kontrol Dergisi” adında bir dergi yayımlamaya başlar.

Milyonlarca kadın mektuplarla Sanger’in dergisine başvurarak doğum kontrolü için ne istediklerini anlatırlar. Sanger bu kadınların isteklerini gerçekleştirmek için, ABD çapında konuşmalar yapar ve doğum kontrolün tamamen yasal olması için aktif kadın grupları oluşturur. Bu çabalar sonucunda Amerikan Tıp Derneği, kadınların doğum kontrolü talebini kabul eder. Bundan kısa süre sonra, doktorların hastalarına doğum kontrol araçları vermelerine izin çıkar. Bugün ise kadınlar, doğum kontrol araçlarını (hap, spiral, bant) kullanarak, hamile kalıp kalmama konusunda kararını kendisi verebilmektedir. Ve bu kolay elde edilen bir hak değildir.

Ancak bugün hala doğum kontrolünü dini ve sosyal açıdan sakıncalı bulan insanlar var. Hatta yüksek eğitimler görmüş ve olgun evli bazı insanlar bile, doğum kontrol uygulamalarını kullanmaktan çekiniyor ve kadınlar eşlerinden bu konuda baskı görüyor. Oysa doğum kontrolü sağlık açısından olduğu kadar, kendi hayatına karar vermek, planlı çocuk sahibi olmak gibi pek çok önemli nedenlerle, özellikle de kadınlar açısından anlamlı bir uygulamadır. Sanger kliniğini açtığı zaman “Kadınlar anne olmak için kendi kararlarını verme hakkına sahip olmadığı sürece özgür değillerdir!” demişti. Dünya kadınları bu anlamda ilk adımı atan Sanger’i Kahraman Kadın olarak görüyor.

INDIRA GANDHI

Indira Gandhi, (19 Kasım 1917 – 31 Ekim 1984), Hindistan’da Allahabad şehrinde doğmuştur. Hindistan'da 2 defa başbakanlık yapmış politikacıdır.

Annesi Kamala Nehru’dur ve babası Hindistan'ın ilk başbakanı ve Dünyada Hindistan’ın bağımsızlığını savunan kahramanlardan biri olan Jawaharlal Nehru’dur. Bengal’de, İsviçre'de ve İngiltere'de öğrenim görmüştür. 1942'de Hindistan bağımsızlığı eylemcilerinden Feroze Gandi ile evlenir ve Rajiv (1944) ile Sanjay (1946) isimli iki oğlu olur.

1959'da Kongre Partisi liderliğine seçilen Indira, 1960’lı yıllarda Hindistan’ın tarımsal gelişimi için büyük önem taşıyan üç büyük Proje uygulamıştır. Çiftçiyi ve tarımı destekleyen programlar içeren “Yeşil Devrim” – “Green Revolution”; sütün üretimini destekleyen “Beyaz Devrim” – “White Revolution” ve tarım ürünlerinin temizliğini, sağlığını sağlamaya yönelik “Yiyecek Güvenliği” – “Food Security” başlıklı uygulamaları yürütmüştür. Bu özel tarımsal projeler sayesinde Hindistan özellikle buğday, pirinç, pamuk ve süt ürünlerini ihraç etmeye başlamıştır. Ayrıca Beyaz Devrim, süt üretiminin genişlemesine ve böylece özellikle gelişme çağındaki çocukların kötü beslenmesini önlemeye de yardımcı olmuştur. Uygulamaların başlamasını takip eden 10 yıl içinde özellikle pirinç ve pamuk üretimi çok artmıştır. Ancak bir süre sonra, bazı devlet yöneticilerinin hırsları ve bencillikleri nedeniyle, bu projeler kötü yönetilmeye başlamış ve el işçiliğine uygulanan ağır ve kötü politikalar, bu çalışmaların başarısını iyice çökertmiştir.

Indira Gandhi, 1962’de Çin ve Hindistan arasındaki sınır savaşında, sivil savunma hareketlerini koordine etmiştir. 1964’te babasının ölümünün ardından, Enformasyon, Basın ve Yayın Bakanı olur. Bu görevi sırasında, aile planlamasını öğreten Televizyon Eğitim Projeleri hazırlar, sansürlerin liberalleştirilmesi ile ilgilenir. Başbakan Lal Bahadur Şastri'nin 1966'da aniden ölümü üzerine, Indra Gandi, parlamentonun kararı ile başbakanlığa getirilir.

Indira Gandhi, yoksul ve topraksız köylülerin ümit kaynağı olarak 1971 seçimlerinde de başa geçer ancak Pakistan-Hindistan Savaşının aniden çıkması nedeniyle sosyal çalışmalarını yeterince uygulayamaz.

Doğum kontrol uygulamasının halkın kısırlaştırılması olarak anlaşılması, Indira’yı 1977'de erken seçime gitmeye zorlar ve Momarci Desai başbakan olur. 1978 seçiminde ise Indira’nın partisi yeniden üstünlük elde eder, Indira Gandhi Başbakan ve Savunma Bakanı olur.

Küçük oğlu ve siyasi varisi Sanjay'ın bir uçak kazasında ölmesi üzerine büyük oğlu pilot Rajiv, Kongre Partisi lideri olur. 1980 sonrasında Indira Gandhi, özerklik isteyen Sihlerin (İngilizce Sikh) ayaklanmaları ile uğraşır, ancak başarısız olur. 31 Ekim 1984'te koruması olan Sih muhafızlar tarafından Yeni Delhi'de öldürülür. Ölümünden sonra oğlu Rajiv Gandhi Başbakan olmuştur.

Kahraman Kadın Olmak... Bölüm 3 - Kadın ve Bilim

MARIE CURIE


Albert Einstein O'nun için şöyle der:
"Madam Curie ile yirmi yıl boyunca arkadaşlığımın olması benim için çok büyük bir şanstır. Onun insani güzelliğine artan bir hayranlık beslerim. Güçlülüğü, kararlılıkla çalışması, kendisine karşı sert davranması, objektifliği, şaşmayan tahminleri… Bütün bunlar çok nadir olarak tek bir insanda bulunur. Her an kendisini toplumun hizmetçisi gibi hissetti ve katı alçakgönüllülüğü nedeniyle hiçbir zaman kendiyle övünmedi. Toplumsal sorunlar ve eşitsizlikler onu sürekli rahatsız etti. Bu onun dış görünüşünün sert olmasına yol açtı. Onu tanımayanlar tarafından kolayca yanlış anlaşıldı ve hiçbir şekilde giderilemeyen bir merak uyandırdı. Bir şeyin doğru olduğuna karar verdiği anda, tam inanç, cesaret ve aşırı bir kararlılıkla bu kararını uygulardı.


Hayatının en büyük bilimsel başarısı, radyoaktif elementlerin bulunması ve izole edilmesidir. Bu başarıların tamamlanması sadece Marie’nin yeteneği sayesinde değil, aynı zamanda akla gelebilecek en zor ve deneysel bilim tarihinin tanık olmadığı kadar ağır koşullar altında büyük bir kendini adama ve kararlılıkla başarılmıştır. Eğer Avrupa'nın entelektüellerinde, Madam Curie'nin karakterinin sağlamlığından, cesaret ve özverisinden birazcık bulunsaydı, Avrupa'yı daha parlak bir gelecek bekliyor olacaktı."

Marie Sklodowska Curie (7 Kasım 1867 – 4 Temmuz 1934), Polonya’da doğmuştur ve Dünyaca ünlü fizikçidir. Radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalarla iki kez Nobel Ödülü kazanmıştır. 1903 Nobel Fizik Ödülü ve 1911 Nobel Kimya Ödülü sahibidir ve Radyoaktivite biliminin kurucusudur. Çalışmalarıyla Fizik Bilminde çağ açan Curie, Nobel Ödülü'nü alan ilk kadındır ve bu ödülü iki kere alan ilk bilim insanı olmuştur.

Marie, 1891 yılında Sorbonne Üniversitesine girer ve açlıktan bayılacak kadar maddi olanaksızlıklar içinde olmasına rağmen sınıfının en başarılı öğrencisi olur.

1895'te Fransız kimyacı Pierre Curie ile evlenir. Pierre Curie, piezo-elektriği keşfeden bilim adamı olarak tanınmaktadır. Eylül 1897'de ilk kızları Irene dünyaya gelir. Marie Curie, Uranyumla yaptığı deneyler sonucu radyoaktiviteyi keşfeder. Toryumun radyoaktif özelliğini bulur. 1898 yılında Marie ve kocası yeni bir radyoaktif elementi keşfederler ve bu yeni elemente ‘Polonyum’ adını verirler.

1898 yılı sonlarında Curie'ler ‘Radyum’ olarak adlandırdıkları, çok daha aktif elementi elde ederler. Sadece 0,1 gram Radyum elde edebilmek için tonlarca cevheri dört yıl boyunca defalarca saflaştırırlar ve tüm kendi birikimlerini de bu iş için harcarlar.

Aynı yıl, tarihte Nobel Ödülü alan ilk kadın olur: 1903 yılında Marie ve Pierre Curie, A.H. Becquerel ile birlikte radyoaktif maddeler üzerine yaptıkları çalışmalardan dolayı Nobel Fizik Ödülünü kazanırlar. Bu başarıdan dolayı İngiliz Bilimler Akademisi tarafından kendilerine madalya (La Médaille Devy) verilir. Böylece Marie Curie sadece üstün yetenekli bilim insanlarına, olağanüstü başarıları nedeniyle verilen bu madalyayı alan ilk kadın olmuştur.

1904 yılının sonlarına doğru ikinci kızları Eve doğar. O sıralar Marie ve Pierre, radyasyondan kaynaklanan rahatsızlıklar geçirmeye başlarlar. Radyumun dokuya verdiği zarar, araştırmacılar tarafından kabul edilmeye başlanmıştır. Aynı zamanda, radyumun kötü dokulara uygulanarak tedavide kullanılabileceği fikri de bu dönemde doğar.

1906’da bir trafik kazasında kocasını kaybeden Madam Curie, 1908'de Sorbonne Üniversitesi'ndeki ilk kadın profesör olur. Madam Curie, 1911 yılında, Radyum ve Polonyumu keşfinden dolayı, ikinci Nobel Ödülünü Kimya dalında almıştır ve böylece iki Nobel Ödülüne sahip ilk bilim insanı olmuştur. Yaptığı çalışma bir elementin radyoaktif işlemlerden sonra başka bir elemente dönüşebileceğini gösterir ve bu kimya alanında yepyeni bir sayfadır. Marie Curie, bu başarılarının yanı sıra bilim dünyasında bazı sıkıntılar da yaşar; örneğin tümü erkeklerden oluşan Fransız Bilim Akademisi, Curie’nin üyeliğini reddeder.

1914 yılında Paris Üniversitesi'nde Radyum Enstitüsü kurulur ve Marie Curie bu enstitünün ilk müdürü olarak atanır. Hayatı boyunca Radyumun tıptaki önemine dikkat çeker. I. Dünya Savaşı sırasında kızı Irene ile birlikte, genç kadınlara X-Işını Teknolojisini öğretir. Ayrıca fizik tedavi uzmanlarına, savaş ortamında radyoloji ekipmanını nasıl kullanacaklarını gösterir. Bu eğitimler sırasında kızı ve kendisi yüksek dozda radyoaktif ışının etkisinde kalırlar.

1920'li yıllarda bilime katkısını sürdürür. Varşova'daki Radyum Enstitüsü'nün kurulmasında önemli rol oynar. Başkan Herber Hoover'ın kendisine verdiği 50.000 dolar ödülün tamamını, Varşova'da yeni kurulan laboratuara Radyum almak için harcar.

Yaşamının son yıllarını Paris Radyum Enstitüsü’nü yönetmekle geçiren Madam Curie, yıllarca radyoaktif maddelerden yayılan radyasyonunun etkisinde kalmış olmanın neden olduğu kan kanserinden ölür. Radyoaktivite alanındaki üstün çalışmalarından dolayı, radyoaktivite birimlerine "Curie" denilmektedir.

Çok sonraları 1944’te bulunan 96. Elementin adına ‘Curium’ adı verilmiştir ve adı Lubnin’de (Maria Curie-Skłodowska University) ve Paris’te (Curie Institutes) yaşatılmaktadır. Ayrıca Marie Curie’nin yaşamını anlatan kitaplar, tiyatro oyunları, filmler bulunmaktadır. Kendisine duyulan saygıdan, Marie Curie için “Saygıdeğer Bir Kadın: Marie Curie” anlamında “Marie Curie – Une Femme Honorable” gibi çeşitli özel ifadeler kullanılır.



SOFIA KOVALEVSKAYA

Sonya Kovalevsky olarak da bilenen Sofia Vasilyevna Kovalevskaya (15 Ocak 1850 – 10 Şubat 1891), Rusya’nın ilk kadın matematisyenidir. 1889’da, Avrupa Profesörler Birliğine katılan ilk kadındır.

Kovalevskaya, Matematik Bilmi üzerine Rusya dışında çalışabilmek için, genç bir paleontoloji öğrencisi olan Vladimir Kovalevsky ile evlenir ve tüm dostlarını ve kardeşini Rusya’da bırakarak eşi ile yurtdışına çıkar.

Sonya, o zamana kadar bayan öğrenci almayan Almanya’daki Berlin Üniversitesi’ne girerek, Karl Weierstrass’dan özel dersler almayı başarır. Üstelik 1874’te Göttingen Üniversite’sinden Üstün Başarı ile Doktorasını alır. Aldığı doktoranın derecesi “Summa Cum Laude” olur; bu derecenin anlamına göre, başarıları o kadar etkileyici idi ki, Üniversite, Doktora verirken onu sözlü veya yazılı hiçbir sınavdan geçirmeye gerek görmemiştir.

1880 yılının sonlarına doğru Sonya, İsviçre’de Stockholm Üniversitesi’nde Özel Doçent olarak çalışmaya başlar. 1888’de Satürn gezegeni halkalarının dinamiğinin analizini içeren çalışmaları ile Fransa Bordin Ödülü’nü kazanır. 1889’da İsveç Bilimler Akademisi’nden bir ödül kazanır. Aynı sene, hem Stockholm Üniversitesi’ne Profesör olarak kabul edilir, hem de Rusya Bilimler Akademisi’ne kabul edilir.

Ayın bir kraterinin adına, onu onurlandırmak için “Kovalevskaya Krateri” ismi verilmiştir. Kovalevskaya’dan alınan ilham ile, özellikle genç kızların matematikle bilimsel olarak daha yakından ilgilenmeleri için çalışan Matematik Bilimleri Kadınlar Birliği kurulmuştur. Bu Birlik Sonya’nın çalışmalarının kapsamlı detayını ve önemini insanlara anlatır. Ayrıca, kadınların Matematik Bilmine sağlayabileceği katkının öneminin altını çizmektedirler.


VALENTİNA TERESHKOVA

Valentina Tereshkova (6 Mart 1937 - ), Rus Kozmonottur. Batı Rusya’da Yaroslavl’da küçük bir köy olan Bolshoye Maslennikovo’da doğan Valentina Tereshkova uzaya çıkan ilk kadındır.

Dul bir annenin 3 çocuğunun en küçüğüdür. Annesi çocuklarını tek başına büyütmeye çalıştığı için, Valentina annesine yardım etmeye çalışır ve bu nedenle 10 yaşına kadar okula gidemez.

Valentina gökyüzü ile ve uçmakla ilgili hayaller kurar. 17 yaşında, annesi ve ablasının çalıştığı tekstil fabrikasında çalışmaya başlar ve aynı zamanda paraşütle atlama ile de ilgilenir. Bu ilgi sonucu tekstil fabrikasının paraşüt kulübünü kurar.

Yuri Gagarin’in 1961’deki tarihi uçuşundan sonra, Sovyet Uzay Programını yöneten Mühendis Sergey Korolyov, bu defa uzaya bir kadını göndermek ister. Kadın ve erkeğin eş başarılar göstermesini teşvik etmek Sovyet İdeolojisine uygun olduğu için bu fikir kabul edilir. Sovyetler Birliği, Uzay Programını kadın gönüllülere açar ve Valentina gönüllü olur. Paraşütle uçuş tecrübesi sayesinde Uzay Programına seçilir.

Seçilen adaylar yoğun bir eğitim programına girer. Programda ağırlıksız uçuşlar, paraşüt atlamaları, izolasyon sınamaları, merkezkaç sınamaları, roket kuramı, uzay mühendisliği ve pilotluk eğitimi bulunmaktadır. Valentina, uzay programındaki zihinsel ve fiziksel eğitimleri çok yorucu ve zor bulur ama kararlılığı ve azmi ile dayanır.

13 Haziran 1963’te ‘Vostok 6’ ile uzaya gider. Uzaya solo uçuş yapan ilk kadın ve ilk sivil olmasının yanı sıra, uzayda uzun zaman kalan tek kadın olur.

“Bir defa uzayda olunca, Yeryüzü’nün ne kadar küçük ve hassas olduğunu idrak ediyorsunuz!” diyen Tereshkova, yaklaşık 3 günlük bir uçuştan sonra dünyaya döner. Valentina Tereshkova, o zamana kadar uzaya giden ABD'li astronotların toplam süresinden daha fazla süre uzayda kalmıştır.

1965’te yeni bir uçuş teklifi geldiyse de, bu uçuş iptal olunca bir daha uzaya gidemez.

Tereshkova, başka bir kozmonot olan Andrian Nikolayev ile evlenir. Bu evlilik bilimsel amaçla yapılır ve evliliğin amacı iki kozmonotun normal evlilik hayatı sürdürebileceğini, evlat sahibi olup olamayacağını test etmektir. Kızları Yelena, annesi ve babası uzaya gitmiş ailede doğan ilk çocuk olur. Fakat daha sonra Tereshkova ile eşi ayrılır ve bir süre sonra Tereshkova ikinci evliliğini yapar.

Valentina Tereshkova, şu anda Rusya Hükümeti Uluslararası Bilim ve Kültür Birliği’nin başındadır. Bu Merkez Rusya ve diğer ülkeler arasında bilimsel ve kültürel araştırmalar ile organizasyonlar yapan bir kurumdur. Geçtiğimiz senelerde bu organizasyon 38 değişik ülkede çalışmalar yapmıştır. En yeni projelerden biri, 12 Ağustos 2000’de denizaltı kazasında batan Kursk’un kazazedelerinin çocuklarına psikolojik destek verme amacıyla Berlin ve Viyana’ya göndermek olmuştur. Ayrıca Rus dilinin yaygınlığını artırmak için çalışmaktadırlar.

Valentina Tereshkova, Birleşmiş Milletler Altın Barış Ödülü, Uluslararası Simba Kadın Hareketi Ödülü, Joliot-Curie Altın Madalyası, Londra’da Yılın Kadını Ödülü, Sovyetler Birliği'nde Sovyet Kahramanlık Nişanı ile ödüllendirilmiştir.
Ay'daki bir kratere “Tereshkova” adı verilmiştir.

 
YEKATERINA DASHKOVA


Prenses Yekaterina Romanovna Vorontsova-Dashkova (17 Mart 1743 – 4 Ocak 1810), Rusya’nın aydınlanmasında büyük rolü olan bir kadındır. Kendi zamanında kendi başına birçok işi başlatan ve tamamlayan bir önderdir. Kendi tarafından kaleme alınan hayatı, 1840 yılında Londra’da iki cilt halinde yayımlanmıştır.

Yekaterina, Senato üyesi Kont Roman Vorontsov’un üçüncü kardeşidir. Ayrıca amcası ve kardeşi bakandı. Yekaterina, küçük yaşından itibaren olağanüstü iyi bir eğitim görür ve bu sayede, henüz küçükken bile kendi yeteneklerini gösterip ve kendi beğenilerini ifade edebilir.
Moskova Üniversitesi’nde eğitim görür. 1762 yılında Kraliçe İkinci Catherine’nin asistanı ve böylece en yakın arkadaşı olur.

Sürekli Aydınlanma Edebiyatı okur ve yazarlar ile tanışmak için Batı Avrupa’da birkaç yıl geçirir. 1768’de çıktığı Avrupa turunda, Diderot,Voltaire, Adam Smith gibi aydın, bilgin ve yenilikçi yazarlar ve filozoflarla tanışır ve onlarla arkadaş olur.

1781’de Benjamin Franklin, Yekaterina Dashkova’yı Amerikan Filozofi Derneği’ne davet eder ve Dashkova bu derneğe katılan ilk kadın olur.

Dashkova, tüm bilgi ve yeteneklerini Rusya’nın aydınlanması için kullanmaya çalışır. St.Petersburg Bilim ve Sanat Akademisinin Direktörlüğüne atanır. Ayrıca 1784 yılında, talebi üzerine kurulan Rusya Bilimler Akademisi’nin ilk başkanı olur. Dashkova dünyada, Ulusal Bilimler Akademisinin başına geçen ilk kadındır.

Akademik Bilimsel Araştırmalarla 6 ciltten oluşan Rusça Dil sözlüğün hazırlanması için, proje başlatır. Projenin planını hazırlar ve sonra uygulamaya alır. Yekaterina sürekli birşeyler yazmış ve bunları yayımlamıştır. Bazı şiirler ve dramatik oyunlar yazan Yekaterina, ayrıca Rus diline eğitim, gezi, tarım konularında birçok kitap çevirir. Bunların yanısıra birkaç gazetenin yayımlanması ve editörlüğü ile ilgilenir.

9 Aralık 2010

KOZMİK ŞARKI

Sen hücrelerini işledikçe

Kozmik ışıltılı iplerle

Sonsuzluğun müziğini resmedersin

Kendi bedeninde…

SEVGİ GEZEGENİM OL ANNE

Sen bana sütünden önce Sevgini ver anne!

Sen bana bilgiden önce Sevgini ver anne!

Sen bana korkuları değil Sevgiyi anlat anne!

Sen bana acıları değil Sevgiyi anlat anne!

Sen Sevgi gezegeni ol, ben bir çiçek

Beni Yüreğin gezegeninde büyüt anne!

Sevgidir bu Dünyadaki tek Işığım

Verdiğin her öpücükte ve duada

Yürek Işığımı yak anne sonsuza kadar!

3 Aralık 2010

Sabah Şarkısı


Ah sabahın

Bu anne şefkati;

Açıyor perdeleri,

Uyandırıyor bizi

Öpüyor gözlerimizden…

İntihar

Durma dostum

O noktada durma…

Çünkü noktalar

Dönüşüyorlar girdaba

Hep aynı açıdan bakınca…


Bir an bakıversen karşıya

Hayatın yalın tablosuna...

Ve gülümsese sana

Milyon yıldır sessiz Dünya,

Dur dese yaşamında bir defa…

1 Aralık 2010



Nimet'in renkli gönlüne selam olsun!

26 Kasım 2010

Yağmur Yağıyor



Doğarken bakir eser

Sanatçıyı sarhoş eder…

Ve dikkatle seyreder İlham

İçine çeker her bir anı

Yutar devrilen her damlayı…


Filmin sonunda adam

Sağanakta sırılsıklam,

İçmekten sarhoş olmuş İlham

Ve ortada bir bebek

Bağırarak ağlar.



Yıllar

Zamana bırak diyorsun…

Yılların hep aynı monotonlukla doğup

Hep aynı yoldan geçme

Ve hep aynı sıradanlıkla ölme

Ve ardı ardına öylece dizilme yetenekleri var.

Bunu unutuyorsun.

Ağaç

Bir ağaç olsaydım

Hep aynı toprağın kokusu

Hep aynı mekanın tozu

Beni de ırgalamaz mıydı ki…


Ben de ağaç gibi

Coşkuyla büyümenin

Serpilmenin görkemini

Zamanla dostane yaşayabilir miydim?


Bir ağacın özgürlüğünü paylaşabilir miyim ki…

23 Kasım 2010

Rodin’in Beethoven’ı Üzerine


Dolaşır Beethoven’ın yüzünde

İçindeki güneşin titrek

Ve yakıcı elleri...

‘Yarat, yarat!’ diye gürler…


Onlarca yüzyıl öteye

Sıçrayan minik kıvılcım

Rodinin avuçlarında çakar…

‘Yarat, yarat!’ diye inler…


Ve doğar heykel:

Gösterir serpilişi,

En yüce eserleri

Harlayan yaratıcılığı sergiler…

10 Kasım 2010

Tiyatrocunun Haykırışı

Perdeleri kapıyor gün

Geceye dönüyor sahne…

Oyun asla durmuyor.

Dünyanın Yıldızları

Sonsuza bakar gecenin penceresi

Bir yıldız solur hızlıca, naiftir nefesi…

Bilirim, bu noktacık yıldız güneşten iri…

Ama kendi bilmez değerini.


Dünyaya bakar Kozmosun bir penceresi

İnsanoğlu solur üzerinde, sessizdir nefesi…

Nokta nokta gönüller pırıldar yıldız gibi…

Ama unutur çoğu zaman kendi kıymetini…

8 Kasım 2010

Nostalji -1

Gökyüzü sevinç

Bir o kadar sonsuz

Sonsuzluk huzur

Bir o kadar karanlık

Karanlık gece güzel

Yalnızken bir o kadar karanlık…

                             İlk şiirim – sene 1996, yaş 16

Nostalji – 2

KALANLARIN ÇAĞRISI


Yazın ortasında

Duygular mı erimiş şehrimde?

Dağın kucağındaki denizim

Niye öpmüyorsun kıyısından insanımı?


Bakma sen insanın insana yaptığına

Buhranlı şehrin taze kül parıltılarını seçemeyen,

Çığlıklarını duyamayan Dünyanın

Saracak yerde sarsan dostların

Ve sevgililerin

Böyle unutup gitmeye bir sebebi varmış…


Birbirlerinin kafasına basarak

Dünyadan uzaya en üstten bakmaya çalışan

Bu akıllı ve bencil yaratıkların görmek istediği

Yalnız, zengin ve en son ölmekse

Sir Newton’un cevabı kesin:

En dıştaki önce savruluyor!


Kısaca Denizim işte bu yüzden diyorum ki;

Sen yine de bize olan sabrını

Coşmadan gösterme!

                                1998

Nostalji - 3

BİR EZGİ


Notaların rüzgarıyla savaşarak yürüyoruz

Önce ‘do’ çarpıyor yüzüme

Dost acısı ritminde

Bir yerlerden: belki gözlerimden

Veya söylenildiği gibi gökyüzünden

Seyrediyor beni

Ve bir ‘si’ süzülüyor yanağımdan

Piyanonun ‘la’ tuşuna düşüyor.

Evsiz çocukların sesini duyuyorum

Yağmurun evlerden dışlanması gibi…

Yalnızlığın küçük ‘fa’ faslından

Büyük bir yıkıma uzanıyor şehir

Şehrimin insanını tanıyamıyorum

Yalnızlığımızın kör kuyusuna mı düştü

‘sol anahtarı’…

Paylaştıklarımızın kapalı kapısını

Ancak ‘re’nin kancası aralayacak:

Bir şarkı bağıracak adam

Yağmurun altında

Şimşek çakacak ortalık kararacak

Yalnızlığın küçük adam modelini

Açılan bir kapı çekecek içine

Ve orada asılacak yalnızlık

Güzellik makamında bir nota adına!

                                                      3 Ekim 99

2 Kasım 2010

TANIK

Oğlum

Ben tanık oldum,

Bu şiir de tanık olsun sana

Beş yaşında ve seksen yaşında da:

Yaşamın Neşesi Senin Sesinde,

Heyecanı Senin Bedeninde hayat bulur!



Oğlum!

Bu şiir tanık olsun sana

Beş yaşında ve seksen yaşında da:

Yaşamın Coşkusu her an parıldamakta

Gözlerinden içeride, gözlerinden etrafa!

02.11.2010

26 Ekim 2010

Şiirin İşi

Nice güzelim dostlar

“Şiir ile işim olmaz” diyorlar…


Oysa benim

Şiir peşimden koşar

Kimi zaman tenimi

Kimi zaman yüreğimi

Kanatır ve akar!


Belli ki

Herkese uymuyor

Şiirin oltası

Bir benim gibi balıkları

Tutuveriyor kancası…



26.10.2010

21 Ekim 2010

Davet

Ey Hayat!

Baş döndürücü yaldız kaleminden

Şiir şiir damıtılmak varken

Neden kan damlıyor gönüllerden…

Duygu ve düşünceler çarmıhında

Gerilişimiz, neden?



Ey Hayat!

Her bir can pırıltısını

Güneşe çeviren ayna olmak varken

Ürkek, naif ve kimi zaman hoyrat

Yansımalarımız neden?



Ey Hayat!

Ben damıtsam şimdi Seni…

Her dizede daha parlak,

Bahar gibi yumuşak,

Doğurur musun Şiirimizi…

Yeniden ve hemen şimdi…



21.10.2010

6 Ekim 2010

Buddha’nın Sızısı

Buddha,

Izdırabını duydu Dünyanın,

Ama kulaklarında değil asla:

Teninde…

Kanında…

Canında duydu,

Her bir insanı ve acısını…


Yaşayamadı, çözüm aradı;

Birine değil,

HER BİRİNE ilaç aradı!


Ve sonunda
Gözünde bir damla yaş,
Izdırabın yaşamın bir parçası olduğunu anladı…

Sonra buldu
Herkes icin çözüm yolunu:
Çekilivermek gerekiyordu
     “Kendi Yürek Sığınağına”…

***

Böylece,
Buddha’nın öğrencilerinin de

Herkes gibi

Savaşın ortasında kanadı bedeni,

Dostun bir sözüyle kırıldı kalbi…


Fakat her biri

Sığınmayı bildi “Kendi Yürek Sığınağına”:

Hiçbir afetin sarsamadığı

Bilinci her an kucaklamaya hazır “Gerçeklik Sığınağına”…


***

Durum bu iken
21.yüzyıl insanı

Buddha’yı yüzündeki

Huzurlu gülümseme ile tanıyor

Buddha icin

‘Dünyanın en rahat adamı’ diyor…

Kemikleri sızlamaz mı…



***




Gerçek SIĞINAK


Su kristali misali saydamsın,

Ve naif

Arındırıcısın

Ve sade…


Var isem içimdesin

Yok isem her yerdesin, her şeysin.

06.10.2010 (Hermenn Hesse'ye ve Siddhartha'ya selam olsun)

5 Ekim 2010

Sistem Köleleri miyiz yoksa Naif Sevgililer mi…

Bazen içimde kaynayıp taşıyor ruhum, yazıyor kalemim... “Beyaz Düşler Gezegeni” diye bir öykü yazmıştım bir ara. Bu "Yeni bir Dünya" idi... Temiz ve parlak, ışıklı ve ilham dolu bir Dünya… Herkesin güzellik ilhamları ile soluk aldığı ve bu sayede düşlediği her güzelliği anında yaratabildiği bir Dünya…

Yazı döküldü önce ve okuduktan sonra fark ettim ki, tek başına güzellik dolu olan ve acı ile ıstırap olmayan bir yaşam mümkün değil. Bu sadece insanın doğasına değil, yaşamın doğasına da ters…

Düzene uymamak ve onu degistirmeye çalışmak; daha iyisi kendi doğana uygun olanı bulmak, yüreğini keşfetmek ve onu yaşamak için çabalamak doğru ve hatta muhteşem. Fakat değişim ile erişilebilecek o en güzel ve özel nokta, başka değişle “Yeni Dünya” daim olamaz!
Yaşamın döngüsü gereği güzel olan şey önce yok olmak ve sonra yeniden güzelliğe doğru doğmak zorunda… Tek başına sonsuza kadar güzel bir Dünya, yaşamın dualite içeren zıtlığı, karşıtlar birliğini seven doğasına ters.
Dolayısıyla olumsuz şeyler yaşamak doğal, bu yaşamın bir parçası.

Buna paralel olarak, Dünyanın her anlamda bir Kış mevsimi yaşadığını hissediyorum. Kışı gittikçe daha ayaz olabilecek bir Kış yaşıyor… Yaz'ı da olacak bir Kış yaşıyor Dünya… Evet sonunda Kış Yaza dönecek ve işte o zaman adı Yeni Dünya olacak. Fakat o da sonsuza kadar sürmeyecek...

Bizler ise Kışın ortasında kalmışız. Tamamen rastlantısal olabilir. Veya yaşam, doğası gereği öğretmen olduğu için, bizlere bir seyler daha öğretmek istiyor olabilir. Veya Dünya bizi çok seviyor olabilir; bu zor döneminde yanına bizleri almış, kaderini paylaşalım, onun yükünü azaltalım diye…

Sonuçta etrafıma bakınca hissediyorum ve görüyorum ki insanlar, biz hepimiz “kapitalizmin veya sistemin kölesi olma konusunda” tek suçlu değiliz.

Dünya’nın Kışı’na ortağız.

Belki bu zor dönemde biz özellikle geldik, özellikle nüfus patlaması yaşattık;
Dünyayı sevgimizle saralım diye…

05.10.2010

21 Eylül 2010

Floransa

Tarihin inci gerdanlığını taşıyan bu şehre

Her bir incisini ayrı bir usta bulmuş getirmiş.

Hem Floransa’ya, hem Dünyaya hediye etmiş.

Eğilip bir bir öperken incileri

Parmaklarına dokunuyor dudaklarım.


Şimdi gece yaklaşıyor

Nöbette bekliyor Davut!

Uzak bir yere bakıyor gözleri

Kim bilir belki Michelangolu’yu özlüyor…

Meditatif

I-

Ressamın kaleminden akan ışık değil

Gösterdiği karanlık yaratıyor derinliği…



II-

Kaldırınca başımı gündüzün sevincine,

Dünyanın renklerine,

Yıldızların ışığına,

Ancak o zaman derinleştiğimi sanıyordum…



III-

Kapayınca gözlerini

Gördüğün karanlık

Kör bir kuyu da olabilir;

Veya derinliğini keşfettiğin bir coşkulu bahçe…

Nasıl bakarsan öyle…

16 Eylül 2010

Venedik

-I-

Eğer Dünya Tanrıça ise

Bir bebekti Venedik…

Annenin ıslak karnında

Huzurla yüzen…


-II-

Eğer gerçekse periler

Venedik sahneydi

Su ve ilham perilerinin dans ettiği

Ve hayaller gerçek…



-III-

Islak gece

Yakalar ince belinden

Gün boyu yorulmuş Venedik’i kucaklar.

Görür ve ıslanır yüreğim de,

Sevgilimin koynuna saklanırım.

15 Eylül 2010

17 Ağustos 2010

Sevgi ve Yaratılış

Yürüyüşündeki heyecanı seyrediyorum oğlumun

İçime coşkusu doluyor…


Topladığı üzümleri yeme keyfini seyrediyorum oğlumun

Tadın minik dudaklarından yüreğine uzanan sevinci

Beni de sarıveriyor…


Uyurken seyrediyorum oğlumu

Kirpiklerin buluştuğu sevilesi sığınakta

Kıvrılıp küçücük olup uyumak istiyorum huzurla…

Yaradılış da bu hazdan mı feyzaldı acaba?

Hiçbir şey yoktu; bir minik özlem doğdu…

Sevmek ve sevilmek için

Yaradılışın nedeni de anlamı da bu oldu!

***

Sevmek ve sevilmek

için “var” olmak gerekiyordu!

Bunun bedelini ödüyor Dünya

Varoluşunun acı tatlı şarabıyla!

Otohipnoz Üzerine

İnanç...

Büyülü bir anahtar...

Asla açmayı düşünmediğin kapıları açıveriyor…

Bir minik anda, sessiz bir kilit tıkırtısı sonunda
Açıldığı gibi kapanıveren kapıların ardında kalabiliyorsun…

Hala oradasın – sen sensin…

Ama hapissin,
Farkında değilsin!

Özgürlük

Özgürleştiğini DÜŞÜNÜRSEN bir gün

Tekrar düşün

Sınırları var dünyanın!

***

Özgürleştiğini HİSSEDERSEN bir an

Tekrarı yok

Sarıl o ana ve kana kana yaşa!

***

9 Temmuz 2010

Bulut Mu Olsam?

Bulutlar geçiyor usul usul

Şehrin başını okşayarak…

Ama yetmiyor saçının erguvan kokusu

Bebeği gibi gördüğü şehri

Sevinçle kucaklamayı da arzuluyorlar…


Günün bu yorgun saatinde

İstanbul üzerinde dolaşan bulutlar

Şehre bakıp rüzgar rüzgar iç çekiyorlar…

Sevgilerini sunmanın yolunu arıyorlar…


Öyle üzgünler ki

Titrek sesleri duyuluyor:

“Bu tombul tombul halimizle,

Şehri nasıl kucaklayabiliriz ki,

Nasıl dokunabiliriz narin beline boğazın…” diyorlar.


Cesur biri çıkıyor aralarından ve gürüldeyerek sesleniyor:

“Damla damla karışalım

Yağmur halimiz aksın yaşama

Öpelim şehri, bir değil binlerce defa…”

Ve bir anda şimşek olup çakıyorlar akşama!


Bulutlar

Yağmak istediler fark edilmek için

Ve derinlemesine karışmak için yaşama…

Şehrin gündüzünde koşuşturanları da

Gecenin serinliğinde öpüşenleri de

Yağmur olup ıslak ıslak kucaklamak istediler…


Bulutlar şehri yaşamak için, yaşamdan vazgeçtiler…



II-
Bulutlar

Yağmak istiyorlar fark edilmek için

Ve kimi zaman

Uğuldayarak yağıyorlar

Tutkulu aşkın sonunda

Hem kendini

Hem sevdiğini

Yağmalayıp yok edebileceğini

Göremeyen bir toy delikanlı misali…

29 Haziran 2010

...

Seni Seviyorum derken

İçim acıyor bazen

Seni benden ayrı gören

Aklıma şaşıyorum.

25 Mayıs 2010

Yaşam, ince bir çizgi

Bir yanda belirsizlik alevleri sıçrar ve yakar seni,

Diğer yanda coşturur soluğun mucizesi.


Sen ey dostum!

Sen düşünüp durdukça,

Ne var diye nehrin sağında ve solunda

Akar gider sular kendi duruluğunda…

24 Mayıs 2010

Evrene Uyandım Bir Gün

Evrene uyandım bir gün!

Yıldızlardı

birbirlerini öper gibi dizilmiş

geniş bir ‘U’ işaretine doğru uzuyorlardı

karşılıklı iki takım yıldızı

ay gibi dönmüşler yüzlerini birbirine

aralarından huzurlu ve coşkun sevgi akıyordu

nehir misali...


Boğaz köprüsünü çizmişti kozmos

tam karşımda...

ve birden çoğaldılar

Sevgi ile kutsanan daha niceleri

Tac Mahal, Keops, Artemis, Babilin Asma Bahçeleriydi... salınan boşlukta...

tam karşısında yüreklerimizin

öpülüp yollanmış herbiri dünyaya...


Egoyu, kabalığı,

esareti, savaşı yaşatması için değil...

Bunları yenebilmesi için insanoğlunun

ve bulaştırması için içimize

farkındalığı,

özgürlüğü,

huzuru...


http://www.indigodergisi.com/cigdemtumkaya_16.htm

14 Mayıs 2010

Huzurlu...

Huzuru derin soluğuyla enginlerine taşıyordu deniz, sonra veriyordu dalga dalga...

Vardı, yaşıyordu.

Her solukta bunu hissediyordu.

Her ne kadar yüzünü, gözünü dağıtan fırtınalı sorgulamaları yaşasa da yüzeylerde, gönlünün ta içinde her zaman sakindi. Denizin daimi konukları rengarenk ve çeşit çeşit balıklar, mercanlar birkaç yüz metre yukarıda neler olabileceğini asla düşünemeyecek kadar mutlak sükunete alışkındılar.

Ah deniz!

Sen de varsın, aynı benim gibi!

Belli ki sen de şaşkınsın bu varlılığa, aynı benim gibi!

Her yerde tam karşımıza çıkıveren, alayla sırıtan anlamsızlığı farkedince sen de kabarıp şaşkınlıkla köpürebiliyorsun, bulamayacağını bildiğin bir minik sığınak arayışıyla kaçışıyorsun sağa sola, aynı benim gibi!

Ve sen de ancak o zaman, gönlünün derinlerindeki mutlak huzuru farkettiğin zaman kendine gelebiliyorsun, verdiğin yumuşak soluğun hafif ısısı gökyüzünü aşıp kainata taşıyor, bir bir öpüyor yıldızları, aynı benim gibi!

13 Nisan 2010

"Bilen Söylemez, Söyleyen Bilmez"

“Bilen Söylemez, Söyleyen Bilmez…” Lao Tzu


Usulca iniyor ve ardından yükseliveriyor kanatları.

Kanatlarından uzanan her bir tüyün ucunda yanıp sönen ışıltılar var.

Gece vakti kopkoyu lacivert denizin üzerinde parıldayan yakamozlar gibi, ama çok daha ufak ışıltılar bunlar ve çok daha hızlı yanıp sönüveriyor sonra tekrar tutuşuveriyorlar.

Koyu lacivert bu mekanda sadece O Kuş var.

Kuşun sanki hiçbir rengi yok ve aynı zamanda tüm renkleri taşıyor; beyaz gibi ama beyaz değil.

İmajını her hatırladığımda Güzelliği ile içimi ürperterek coşturan bir kozmik kuş bu! Şaha kalkmış bir tüyünün ucunda, görkemli sadeliğiyle parıldayan ışığın içine giriveriyorum ansızın.

Bu minik ışıltıda, koca bir yaşam var! Bir an yanıp bir an sonra sönüveren bu ufacık ışıltıda, koca bir yaşam var! Sanki benim yaşamımı ve herhangi bir varlığın yaşamını temsil ediyor her bir ışıltı.

Yaşam gibi; bir an VAR’lar, bir an sonra YOK oluyorlar.

Biz uzun bir yaşam yaşadığımızı ‘sanıyoruz’. Ancak bu tamamen göreceli bir uzunluk: Bir minik atomun içine giriverdiğimizde bir parçacığın çekirdeğin çapını dolanması bize göre çok kısacık vakit alsa da (saniyenin milyonda biri - Fritjof Capra/Fiziğin Tao'su), o zamanın o minik parçacık için koca bir yaşamı temsil etmesi gibi!

Bize koca görünen bir yaşam süresi de aynen böyle, var yok arası: bir yanıp bir sönen notalar gibi, ışıltılar gibi yaşamlarımız…

Sonunda, O güzelim kuşun kanat çırpışından başka bir gerçek kalmıyor ortada…

Bu bilinçle yaşama bakınca “bütünüyle şiirsel ama aslında gerçeğin ta kendisi” olduğunu hissettiğim bir anın ortasında kalıveriyorum, işte bu anın ismine ‘yaşam’ diyebiliyorum.

***

‘Koca’ bir ömrün belki de sonlarına yaklaşan anneannemle baş başa kaldığımızda bana: “Otururken kendimi her şeyi yapabilecek kadar genç hissediyorum; kalkınca diz ağrılarım bana yaşlandığımı hatırlatıyor. Ben bu ömür nasıl geçti anlamıyorum, kızım!” dediğinde “Anneannecim yaşam denen şeyin anlamı zamanın da, mekanın da dışında – aklın algılayamayacağı bir noktada…” diyemiyorum tabii, kadıncağız torununun delirdiğini düşünüp üzülmesin sonra diye gülümsüyorum, yanağını okşuyorum usulca…

9 Nisan 2010

SÖZ

Sözcükler
Yürekten taşanı
Söze dökmeye çabalar…

Sözcükler,
Yürekten taşıp
Yüreğe yakın olanı arar.

İstanbul Şiiri

Koyu mürekkep olup

Boğaza dökülüyor gece

Ve usul usul yazıyor şiirini

Göklerin, gecenin, şehrin…


Gece güne dönünce

Işıl ışıl uyanıyor marmaranın denizi

Parıl parıl kabarıyor soluğu göklere

Bu defa şehir,

Kendi şiirini ufka nakşediyor…

Yeni Çağın Bebeği

Bebeğim,

İki büklüm oluyor içimde,

Sığınıyor kendi bedenine…

Çocuğum,

Çömelip dizlerini çekiyor iyice,

Sarılıyor kuytuda kendine…

Yeniçağda

“Herkes bencil” diyorlar

Kim bilir içimizdeki bebek ve çocuklar

Belki kendiliğine ihtiyaç duyuyorlar:

Kendiliğine, kendi gönlüne, yüreğine…

17 Ocak 2010

İçelim bu gece
İçelim İnsanlık denen Koca Adam
Oturalım ve baş başa içelim
Yokluğumuzu kutlayalım
Varoluşumuzun acı tatlı şarabıyla!

16 Ocak 2010

Beyaz Düşler Gezegeni

Anla gönlüm
Karanlığı olmasa Kozmosun
Yıldızların sevimli parıltılarını seçemezdin asla.

Anla gönlüm
Dünyadaki tüm karanlık senaryolar
İlahi ışık her yerde parıldıyor diye gerçekleşebiliyorlar.

Anla gönlüm
Savaşın son kurşunla bittiği yerde
Hiçbir çocuğun açlıktan ölmeyeceği ülkede
Tüm acı solukların kesiliverdiği vakitte
Bu Dünyanın zıtlıklarla var olabilen Yaşamı
Duruverir ansızın.

Ve ancak öyle başlayabilir
Bambaşka bir çağ,
Öyle bir çağ ki
Hiçbir yerde gölge yok,
Her şey olduğu gibi
Aslı gibi…
Beyaz Düşlerin Gezegeni gibi, adı...

Kainatla Başbaşa


Kapayınca gözlerini
Sen de görebiliyor musun Kainatı
Tam karşında!

Sabun köpüğü gibi bir anda
Yok oluveriyor Dünya
Ne ayaklarının altında
Ne de etrafında hiçbir şey kalmıyor
Senden başka!

Ve biraz dikkatli bakınca
Milyarlarca yıldızı
Ve hatta birkaç güneşi de görmek mümkün oluyor.

Peki gözlerini açınca
Kayboluverse Dünya
Göz göze, diz dize, karşı karşıya
Baş başa, soluk soluğa kalsak Kozmosla
Neler hissederdik,
Neler yaşardık acaba?

12 Ocak 2010

Kitap Netleştiriyor İçimin Kıvrımlarını

Elif Şafak ile tanışmış olduk, “Siyah Süt” sayesinde. Daha önce tanışmak istemiştik ikimiz de, o kitapçı rafında bir kitabıyla karşıma çıkıverdi, ben elimi uzattım birkaç sayfasını çevirdim. Olmadı, ısınamadık birbirimize ve sonra çekip gitti herkes kendi yoluna, o bir başka okuyucuya ben bir başka yazara yolumuza devam ettik.

Oysa şimdi Siyah Süt sayesinde tanıştık, hem de nasıl, kucaklaştık.

Bu eserinde kendi içinde çeşit çeşit sesler olduğunu dürüstçe anlatan Elif, aslında herkesin, her kadının bu çeşitliliği taşıdığını gösteriyor bana. En azından kendi içimde de böyle çeşit çeşit sesler olduğunu biliyorum. Zaman zaman biri baskın oluyor, başka bir zaman öteki, öyle bir öteki ki bu, bambaşka biri oluverebiliyorum. Bu değişkenlik her ne kadar güvensizlik hissettirse de, bir o kadar da rahatlatabiliyor. İçimizde renk renk ses taşıdığımızı bilmek, insanı güçlendirip cesaretlendirebiliyor.

Ah bu içimizdeki sesler… Aralarında Elif’in deyimiyle “Can Derviş Hanım” bile var. Binlerce ‘hoca’ kılıklının dışarıda bize satmaya çalıştığını bilen birini, biz içimizde bir yerlerde zaten taşıyoruz. Tüm esaslı ve öz değerleri bilen içimizdeki o dostumuzun sesi ya bastırılmaktan veya alaydan duyulmuyor, ya gündelik basit ihtiyaçlarda dahi pratik yarar getirmeyebildiği için önemsenmiyor. Bazen de çok net duyuluyor “Can Derviş Hanım”ın huzurlu, ahenkli sesi. Ancak o zaman da, onun bahsettiği öz değerlerin somut olarak, canlı kanlı yaşanabileceği bir ortamda bulunmadığını görmenin acıklı yarası her an daha derinden kanıyor. Ne de olsa bu dünyada o kutsal sözlerden çok başka bir düzen geçerli. O özlü sözler bilinci değiştirebiliyor, farklı bakmayı sağlayabiliyor ama çıplak ve aç çocukların hiçbirini korumuyor mesela.

İnsanın içi renk renk, siyahtan beyaza… Kadının içi (kimse alınmasın, en azından benim içim) çeşit çeşit kuruyemiş: İster her yanı iş yapmaktan kızarmış kavrulmuş fındıkları al, yanına da bir bira… İster bademleri al tuzlu tuzlu, yanına da viskini iç, içinin acısı tam geçsin. İster beyaz beyaz çekirdek çitle, öylece meraklı, öylece rahat alemi seyreyle… 

Siyah Süt ve Elif ile tanıştığımdan beri, hangi halimi, hangi Ben'i yaşıyorum bugün, şimdi, şu an diye merak eder oldum. Fakat bu barıştırıyor insanı kendiyle, içinden bin bir çeşit ses çıkmasını yadırgamıyorsun artık. Onları yönetmesini öğreniyorsun kimi zaman şans eseri ve kimi zaman bir orkestra şefi gibi müthiş bir ahenkle yönetiveriyorsun.

İnsan birbirinden çok farklı müzik aletleri ve notalarla, ardı ardına çalınan nice farklı eserlerle yaratıyor tek bir büyük eseri: Kendini.

Uyumlanmak ne güzel, içinden yükselen sesleri tanımak bilmek, onlarla barışmak ne güzel…
Çatışınca dağılıyor insan. Oysa “kendi iç seslerini” tüm farklılıklarıyla tanıyıp sevince Bütünleşiyor, kucaklaşıyor kendiyle. Bir oluyor, Gerçek Kendinin kıvrımlı gökkuşağı kaydırağında kayıp yaşıyor. Kimi zaman sevinçle yükseklerde, kimi zaman diplerde, ama içindeki gökkuşağının renklerini bilerek, yaşamın doğal akışını hep görerek farkında yaşıyor.

Teşekkürler Elif Şafak.

11 Ocak 2010

İyi ki..


Umarsızca geçiyor günler
Siliniyor hafızadaki her şey, her tecrübe
Ne kadar büyük olsa da
Derinlerde ne kadar soluksuz bıraksa da
Hepsi unutuluyor…
Bir deli esiyor zaman
Savruluyor yaprak yaprak hatıralar
Son bir gayretle tutuveriyorum birkaçını
Sözcük sözcük…
Yazı iyi ki var!
Şiir iyi ki var!

Öz Kal

Öyle küçük kalmışım ki yanında
Eğiliyor yeni yaşım
Fısıldıyor kulağıma
“Sen hep böyle çocuk kal
Anıların, tecrübelerin tüm koflu yükünü ben taşırım
Sen hafif kal, sade kal, saf kal.
Bırak ben gösteririm büyüdüğünü, sonra yaşlandığını.
Ama sen,
Ama sen hep özünde kal, özde kal, öz kal.”

Yeni Yaşım

Bu sabah
Yeni yaşım bana uyandı ve dedi ki:
“Şimdiyi yaşamakmış, dolu dolu yaşamakmış
Boş ver bunları!
“Bundan sonra yol ver ben tadayım
Kendi gerçek tadımı…”
İyi dedim, Hakkı Hak edene vermek gerek, dedim,
Çekildim.
Şimdi artık Yaşam çıkarıyor kendi gerçek tadını
Ben beride, rakı yanına çerez niyetine…